Bazı günler vardır, hiçbir şey yolunda gitmez. Sabah alarmı duymamışsındır, üst üste üç otobüs seni almadan geçmiştir ve sonunda yetiştiğin derste de hocanın ilk sorusu: “Ders notlarını okudunuz mu?” olur. Böyle anlarda dünyaya olan öfkemizin kaynağını hayatın adaletsizliği gibi büyük sebeplerde ararız. Oysa çoğu zaman mesele çok daha basittir: Açız.
Yemek yemedikçe, sadece midemiz değil, tahammül seviyemiz de boşalıyor. İnsan ilişkileri zorlaşıyor, alınan her nefes sinir bozucu geliyor. Aslında sabah bir çorba içilmiş olsaydı belki de o grup arkadaşına ters cevap verilmeyecekti, belki de dünyayı kurtaran kahraman olmak yerine bir simitle barış yapacaktık.
Açlık, düşündüğümüzden daha politik bir mesele aslında. Bir insanın açken verdiği tepkiler, karakterini değil, kan şekerini yansıtır. Hepimizin o “bana şu an bir şey söyleme” hâli vardır ya—işte o hâlin suçlusu genelde hayatın zorlukları değil, sabah atlanan kahvaltıdır.
Özellikle öğrenciler arasında açlık, romantize edilmiş bir yaşam tarzına dönüşmüş durumda. “Bugün sadece kahve içtim ama iyiyim,” diye başlayan cümleler, sanki bir başarı hikâyesi anlatıyormuş gibi kuruluyor. Oysa beyin sisli, ruh hâli değişken, sabır ise incecik bir iplik. Böyle anlarda insanın kendine ve çevresine zararı, açlığın kaç kalori olduğundan çok daha ağır.
Kampüste en çok tartışmaların çıktığı saatleri düşünün. Genelde öğle yemeği öncesi değil mi? Kantin sırasındaki gergin bakışmalar, yemekhane menüsünün neden hâlâ belli olmadığını sorgulayan öfkeli cümleler… Belki de çoğu sorun, sadece öğle yemeği biraz daha erken olsa çözülebilirdi.
Açlık, bir meseleye tepki vermeden önce iki kez düşünmeyi engelliyor. Hızlı, ani, sivri ve çoğunlukla pişmanlıkla sonuçlanan davranışlar, çoğunlukla doymamış bir zihnin ürünü. Bu yüzden tartışmadan önce, bir dilim ekmek ya da bir kase çorba belki de en iyi çözüm olabilir.
Belki de bu yüzden “önce bir şeyler yiyelim, sonra konuşuruz” cümlesi, yalnızca fizyolojik bir ihtiyaç değil, insani bir şefkat göstergesi. Çünkü bazen dünyayı kurtarmak için büyük hamlelere gerek yoktur; bazen bir çatal makarna, bir dilim ekmek, bir bardak çay, bir insanı yeniden kendine getirir. Sonra belki aynı konuya tekrar döneriz ama bu sefer biraz daha anlayışlı, biraz daha yumuşak bir ses tonuyla.
Sonuçta mesele sadece yemek değil. Mesele, açken kendimizi ve birbirimizi kaybetmemek.
Yazar Notu:
Bu yazı, sabah kahvaltısını atlayan yazarın , öğle yemeği sırasını beklerken yazdığı dürüst itiraftır.
Yazar:
Azra Ecemsu ARSLAN
Sanatçı Adayı
yorum Yap